12 Eylül 2020 Cumartesi

 

Biz Sevdaların…

 

Biz sevdaların tufan olduğu yıllarda sevdalandık.

 Yaşamayanların yazdığı sevdalarımızın doğru anlaşılmasını beklemek kadar saflık olamaz herhalde? Sevda ne sihirli kelimedir ki, henüz sihri çözülememiş belki.

 Sizler bilebilir misiniz?

 Biz de sevdalar yaşadık. Hem de ne sevdalar. Yaşayan biz değildik aslında sevdalarda, sevdalardı bizde yaşayan.

 Sevdalar ki sütbeyaz, sevdalar ki ayaz mı ayaz.

 Biz sevdaların fırtına olduğu yıllarda sevdalandık. Fırtınaların sevdaları savurduğu, sevdalıları unutulmuşluklara attığı yıllar. Fırtınaların sevdalılarla körebe oynadığı yıllar. Ama hep sevdalıların sobelendiği yıllar.

 O yıllar ki yerin göğün birbirine katıldığı, sevdaların fırtınalarla tartıldığı yıllar. Aklın, duygunun şehirlerin bulvarlarında uyuştuğu, parkların hep hazan yaşadığı yıllar. Güllerin koparıldığı, ezildiği, güllere kinin beslendiği yıllar… Ezilen güllerden dolayı gül kokan kaldırımların sökülüp parçalandığı yıllar.. Sevdalılara tahammül edilemeyen zamanlar. Fidanların ışkın veremeden boylu boyunca devrildiği yıllar. Ve körpe dalların tomurcuk vermeye durduğunda kurutulduğu, kurutulup atıldığı yıllar…

 Öyle sevdalılardık ki bizler, sevdamızda kavak yelleri, ılık meltemler, o ağacın altları yoktu. Yar yoluna düşmek dururken yar yolunu beklemek yoktu.. Yoktu hülyalara dalmak, yoktu hayaller kurmak. Yıl kasavetli, günler buruktu. Hep hüzzam, hep hazandı çalan plaklarda.

 Sütbeyaz, apak sevdalarımız umutlara vurulan keserle, burukluğun yoğunlaşan belirsizliği ile kararıyor, kararıyordu. Kara sevdalar hep bizden doğuyordu. Tökezleyen sevdaları kaldırdıkça sevdamıza kurşunlar yağıyordu. Biz kurşun yağmurlarının yağdığı yıllarda yaşadık.

 Sevdamız doğruldukça kurşunlar yıkılıyordu. Sevdamız vuruldukça sevdalılar doğuyordu. Aslında kurşunlarla birlikte yıkılan sevdasızlıklardı. Çünkü ölüm sevdasızlar için vardı.

 Biz sevdanın savrulduğu, onsekizinde tam kalbinden vurulduğu, zaman ve mekânsızlıkta yoğrulduğu yıllarda sevdalandık.

 Savuranlar ve savrulanlar o kadar netleşmesine rağmen biz sevdamıza yapıştık. Öyle bir yapışıştı ki bu, biz sevdamız, sevda biz olduk. Hep bülbül gül misalini umuyorduk. Bizi vuranlar sevdaları vuruyordu, bunu cümle âleme duyurduk.

 O yıllar ki, bir kıtlık hüküm sürüyordu –hala devam ediyor ya- Biz sevdada kıtlık olduğu yıllarda sevdalandık. Şekilden şekle, renkten renge girmeden peşi sıra düştük sevdalarımızın. Ayan beyan, apaçık… Düştük ama hep kalkıp yürüdük. Kimimiz bataklık çöllerde boğulurken, kimimiz sürünerek yol aldık buzullarda. Zemheride kora düşerken Eylüllerde ayazı yaşadık. Biz sevdalara sürünülerek gidilen yıllarda sevdalandık.

 Hep hasreti yaşadık vuslata koşarken. Damarlarımızda çağladı, coştu kan. Biz sevdamıza koşarken, sevdamız bize oldu volkan. Biz sevdaların volkan olduğu yıllarda yaşadık.

 Hep acıları tattık sevdamıza özlem duyarken. Çünkü biz hep özlemleri, hasretleri dolu dolu yaşamak için sevda mahkûmiyetine çarptırılmıştık. Bu mahkûmiyette aşk belasıyla karşılaşmış, onunla tanıştırılmıştık. Daha da önemlisi biz çarpmıştık bu belaya. Biz sevdanın mahkûm olduğu sevdaları yaşadık.

  Biz ki sevdaların bora olduğu yıllarda sevdalandık. Fırtınalara, yıldırımlara aldırmayıp sevdalarımızı yaşayanlardandık. Mecnun da, Leyla da, Ferhat da, Şirin de zamanının ötelerini gördüklerinden dolayı bizden almışlardı sevdalanma örneklerini. Oysaki bizim sevdalarımız “ben”de olanı çoktan aşmış, kâinatta yeni kurulacak olan Sevdaistana ulaşmıştı. Çünkü: Sevda ateş değildir, kordan öte/ Sevda Leyla değildir, yardan öte, duygularına inanmıştık.

 Bizim sevdalarımız büyüktü, büyük ne kelime? Bizim sevdalarımız köye de sığmadı, şehirlere de. Yere de sığmadı, göğe de…Ferman padişahın olsa da dağlarca yürekler bizdeydi. Sevdalarca yürekler… Dağlardan dağlara seslendik biz, dağlardan sevdalara. Bu sese ne sarıçiğdem ne mor menekşe ne lale sümbül ne de gül dayandı. Bütün karşı dağlar yaşın yaşın ağlarken, tabiat uçtan uca yasa büründü.

 Biz ki bütün tabiatın yasa büründüğü sevdaları yaşadık. Gördük ki;

 


Sevda yaklaşıldıkça uzaktadır

Sevda boranda, kışta, tuzaktadır.

8 Haziran 2020 Pazartesi

Okuma Zevki Denilen



Öyle kütüphanesi olan bir konakta veya kitaplığı olan bir evde doğmadım. Dedemden miras kalan bir kütüphanemiz de yoktu. Dokunmanın bile yasak olduğu ilk kitabı bir çanta içerisinde duvarda asılı olarak gördüm. Bazen dedemin, bazen babamın elinde… Dolayısıyla kitapların duvarda asılı bir nesne olması gerektiği kanısına kapıldım. Hatta okula başlayana kadar da hep böyle düşündüm.
Okula başladığımda kitaplarla tanıştım, tanıştırıldım. Her çocuk gibi önce resimlerdi ilgimi çeken. Renkli alfabemiz ne kadar da güzeldi. Sonradan bu renkli resimlerin altında yer alan Ramiz isminin, resimleri çizen kişinin adı olduğunu öğrendiğimde bu ad bana biraz tuhaf gelmişti. Bu ismi ne okulumuzda ne de çevremizde hiç duymamıştım. Öyle ki diğer çocukların da ilgilerini çekmiş olacak ki birbirlerine Ramiz diye şaka yaparlardı güya.
Kitaplarımın her sayfasını tek tek açar doyumsuz bir seyre dalardım. Resimlere bakar hayaller kurardım, capcanlı hayaller. Kargacık burgacık yazılar benim için bir anlam ifade etmiyordu. Fakat resimlere anlam yükler, kendime göre hikâyeler uydururdum. Kendi halimde bununla mutlu olur, resimlerin altında yazılanları bir an önce okuma heyecanını yaşardım. Okulun ilk aylarının,  çocukluğumun en güzel zamanlarının böyle geçtiğini hatırlıyorum. Sonra okuma yazmaya geçmiş, kitaplara bir başka gözle bakmaya başlamıştım. Şimdi önümde yeni bir dünya değil, dünyalar açılmış gibiydi.
Okuma yazma derslerine doymaz eve geldiğimde tekrar kitapları çıkarır, onların her bir sayfasını itina ile açar, sayfaların içinde kaybolur giderdim. Kitap, annemi her özlediğimde hayallerimin kapısı gibi açılırdı bana. Daha sonra halk hikâyeleri, halk masalları, bilmeceleri, destanları yazılı olan kitapları keşfetmemle birlikte okumanın derin dünyası beni sardı, sarmaladı, büyüttü. Hayallerim büyüdü, arzularım büyüdü, meraklarım da okudukça her geçen gün arttı. Yeni dünyalar keşfediyor, giderek dünyamın da genişlediğini düşünüyordum. Küçük lokum sandığının arasına raf ekleyerek bir kitaplık yapmaya bile çalışmıştım. Biriktirdiğim harçlığımla aldığım mavi renkli yağlı boya ile özenle boyamıştım kitaplığımı. Üç beş kitabı rafa dizer, karşısına geçer seyrederdim. İşte o zaman hayallerim çoğalır, kitaplarımın çoğaldığını varsayar mutlu olurdum. Araya annemin hasreti girmese mutluluğuma hiç diyecek yoktu. Sonra bir gün geldi ki bir şeyler yazmaya başladığımı fark ettim. Fark ettim diyorum çünkü ilk kalem denemelerim bana göre şiir gibi bir şeylerdi. Ayrıca belki çocukça birkaç cümlelik hikâyeler…
Artık öyle bir zaman geldi ki okumanın zevkinde, yazmanın hazzındayım. Okumayı da yazmayı da yaşama sebebi olarak görüyorum. Yazmasam çıldıracağım diyenlerden biri de benim galiba. Yazmasam ne yaparım sorusunu pek kendime sormaktan hep kaçındım. Çünkü vereceğim ya da bulacağım cevapların arasında doğru dürüst bir şeylerin olacağından hep kuşkum olmuştur. Herhalde bunun için ne bu soruyu sormaya ne de cevaplarını aramaya hiç yanaşmadım. Hatta doğrusunu söyleyecek olursam hep kaçtım da diyebilirim. Öyle ya okumasam, yazmasam hele bu yaştan sonra ne yapardım acaba?
İstediğimi okur, istediğimi yazarım. Ama muhakkak okur, muhakkak yazarım. Hesabım, kitabım, beklentim sadece mutlu zamanlarımı zenginleştirmek. Nefes alıp vermek gibi, yaşadığımı hissetmek gibi bir şey. Lakin ısmarlama yazı hiç yazmadım, yazacağımı da sanmıyorum. Birilerinin isteği ile istediği konuda yazmak bana biraz tuhaf geliyor nedense. İlgi duymam, hissetmem, sorun olarak görmem, ne bileyim işte yazacağım konuyu benim isteyerek seçmem gerektiğini düşünüyorum. Eğer ısmarlanmaya çalışılan konu ile benim düşündüğüm konu arasında bir benzerlik veya aynılık söz konusu ise durum değişebiliyor. Çünkü ısmarlanan yazı zaten benim düşündüğüm, yazmak istediğim konu oluyor. Bu durumda da çelişkili bir tablo söz konusu olmuyor. Şimdiye kadar böyle yaptım, bundan sonra da bu hassasiyetimin pek değişeceğini sanmıyorum. Çünkü  bazı konularda ısmarlama yazmam için birkaç defa benim için yüksek sayılabilecek telif de teklif edildi. Telifi beğenmediğim için değil konuya ilgi duymadığım, hakkında hiç bilgi sahibi olmadığım için yazmak bana pek dürüstlük gibi gelmedi. Başkaları elbette farklı düşünebilir ama nedense ben öyle hissettim.
Çok reklamı yapılan, ısrarla satış sayıları yüzbinlerle ilan edilen kitaplardan uzak durma gibi bir yaklaşımım da var. Kitap önerisi ile kitap satma dayatması arasında çok büyük fark var. Özellikle bunu karıştırmamak gerekir. İlan tahtalarında, medyanın her alanında reklamı yapılanlar bana hep dayatma gibi geldiğinden, önceleri bu kitaplara soğuk, mesafeli dururum. Elde etmek için üzerine atlamayı değil yanından teğet geçmeyi bile istemem. Herhalde bu durumu dayatmayı ve dayatılmayı sevmediğimden benimsedim. Böyle bir tavrın iyi veya kötü olduğu üzerinde tartışacak değilim elbette.
 Görünmek bilinmek isteyen narsisistlere tahammülümde yok sabrım da yok. Sadece kendilerini göstermek isteyen tiplerin kitabı, kitapları kullanmaları cehalet çukurlukları ile hemen fark ediliyor. Bu türler kitabı herhangi bir nesne gibi kendi narsisistik emellerini gerçekleştirmek, doyurmak için kullanırken acınacak duruma düştüklerini fark etmiyorlar bile. Hep sadece görünme, gösteriş yapma peşinde olanlara yüzümü ekşitirim. Bunu kitabı maske yaparak sergileyenler daha da iğrenç duruma düşüyorlar. Kitap sevgisi ile kitap okuma alışkanlığı bireylerin kişiliğinde oluşan yapmacıklığı pek kaldıramaz. Öyle ki konuşmaları, davranışları onları hemen ele verir.
Bana baş eğen ama başını vermeyen kitaplar maskesizler ve sessizdirler. İstediğim zaman seslerini çıkarıyor lakin sözlerini sakınmıyorlar. Bazı düşüncelerime karşı çıkıp bazılarını da değiştirebiliyorlar. Tartıştığım, çeliştiğim kitaplarım da oluyor. Onların sayfalarına bıraktığım çizgiler, soru işaretleri, ünlemler benim için birçok anlamı içerisinde taşıyor. Bir anlamda kitaplarla cedelleşiyorum.
Fakat kitaplar öyle nazikler ki susmasını da biliyorlar isterseniz. Ama siz konuşmasını tercih edebilirseniz karlı çıkan yine siz olursunuz. Veysel’in toprak için söylediği Karnın yardım kazma kazma ilen bel ilen/ Yüzün yırttım tırnağınan elinen dediği gibi, kitapların üzerine incitilmeden işaret konulması onları mutlu edecektir. Çünkü bu davranış aynı zamanda ona, işaret edilen sayfalara bir değer verildiği, üzerinde düşünüldüğü anlamına da gelir. Tekrar ona başvurulduğunda işaret edilen bilgileri okuyucuya hemen sunar.
Çokbilmişliğin çiğliğinde söylev veren kitaplara pek rastlamıyorum. Ara sıra yanlış bir seçimden sonra karşılaştıklarım ise benim kitaplarım olmaktan uzaklaşıyorlar zaten. Kısaca benimle tartışan, bende yeni çağrışımlar uyandıran, yeni ufukları işaret eden, öfkelendiren, sevindiren ama kendisini okutturan kitaplarla okuma zevkine ulaştığımı rahatça söyleyebilirim.


26 Mayıs 2020 Salı

Edebiyatın Ağır Abileri


Kendilerine güvenmeyen bireylerin fazla olduğu toplumlarda ağır abiler rol alırlar. Toplumun farklı alanlarında olduğu gibi sanat ve edebiyatta da bunlara rastlanır. Sanki kültürü yönetme ve yönlendirme görevi kendilerine verilmiş gibi hareket ederler. Aslında iç boşluklarını bu davranışlarla gidermeye çalışırlar. Gerçek kültürün, edebiyatın değil görünenin ve görünmenin peşindedirler. Zamanımızda bu ağır abilerin sohbetlerinin çoğundan edebiyat öğrenemezsiniz. Sanat ve bilim hak getire… Ya dedikoduyu, ya ötekileştirmeyi, ya da aşağılamayı duyarsınız. Saldırı kültürünün temsilcileri gibidirler. Çünkü hep kendilerini anlatırlar, egolarını parlatırlar. Cehaletlerini başkalarına yamamayı çok iyi başarırlar. Biraz da karşılarında kalabalık buldularsa değmeyin keyiflerine.

Hangi fikir ve düşüncede olduklarını söylerlerse söylesinler bunlar kendilerinden başkalarını ancak kendilerini anlattıkları, yazdıkları sürece tanır ve tanıtırlar. Ver gülüm al gülüm gibi bir anlayış içerisinde görünseler de aslında kendi egolarını parlatan borazanları severler. Cehaletlerini ve saldırganlıklarını alkışlayanların yanında dört köşe olurlar. Kendilerine gül uzatanlara diken verme düşüncesi bilinçaltlarında daima vardır. Kafalarına çizdikleri çemberi edebiyata ve edebiyatçılara da çizerler. Dergileri, dernekleri ancak bu çemberin sınırları içerisinde kalanlara ahkâm keser. Dillerinde ve kalemlerinde edebiyatmatik ölçütleri vardır. Ağır edebiyat abileri çizdikleri çemberler içinde kalanları şair, yazar, düşünce adamı olarak kabul ederler. Edebiyatmatik ölçütlerine fazla uymadığı görülenlere hemen kendi şablonlarını örterler. Asıl olanı değil kafalarındaki şair ya da yazarı anlatırlar. Mesela beyazı, siyaha, griye, hatta türlü renklere boyayarak sunma marifetini çok iyi becerirler. Zihinlerine çizdikleri bu çemberler bazen kurumlaşarak da bir kimlik kazanır. Bir sanat, edebiyat kuruluşu adına benzer faaliyetlerini sergilemeye devam ederler. Alkış aldıkça, alkışın kimler tarafından olduğuna değil onun çokluğuna bakarlar. İşin garibi bu durumu da kendilerinin bilgili olduğuna, önder olduklarına yorarlar. Yani bazı insanların “ağır abi” olmalarında niteliksiz alkışların, bunlara çanak tutan kitlelerin de büyük sorumlulukları vardır.
Aslında edebiyatın ağır abileri hükmünü yitiriyor diye düşünürken bunun bir yanılgı olduğunu son zamanlarda daha iyi anladım. Maalesef her dönem türeyen ve türetilen edebiyatın ağır abileri olmaktadır. Bunlar seyrana çıkar gibi sosyal medyada arzı endam etmekte, kuruluşlara sığınarak kürsü kürsü, salon salon dolaşmaktadırlar. Ağızlarının içlerine bakmadan, ağızlarından ve varsa kalemlerinden neler çıktığına dikkat edenler bunları rahatça tespit edebilirler. Çok konuşarak ya da bazen yazarak nasıl hiçbir şey söylenmediğini öğrenmek isteyenler edebiyatın ağır abilerini takip etmekte sakınca görmeyebilirler.
Edebiyatın kutsal bahçeleri bu tipler tarafından tarumar edilmiştir, edilmeye devam edilmektedir. Kendileri sulak, diğerleri hep kuraktır. Hep bu anlayışlarla kültür çöllerini büyütürler. Kendilerini hangi edebi veya siyasi kimlikle ifade ederlerse etsinler edebiyata da, yazarlığa da yazık etmektedirler. Özellikle bazı gençler bunları “bir şey” sanarak peşlerinde sürüklenerek zaman kaybetmektedirler.
Bu zamanlarda birileri “yazarlık” öğretmeye kalkıyorsa ince eleyip sık düşünmek gerekir. Hiçbir somut temele dayanmayan laflarını edebiyat, sanat, kültür diyerek salon salon dolaşıp anlatanlar ve üstelik ardından ceplerine zarflar sokulanlar alkışlandıkça ağır abilik hep devam ettirilecektir. Eğer bugünlerde cehalet piyasasına rağbet varsa bunların çoğu ağır abilerin ektikleri tohumlar neticesinde palazlanmışlardır. Kültürel anlamda toplumsal gelişmeye en büyük engellerden biri de bu ağır abiler olmaktadır.


30 Nisan 2020 Perşembe

Hatırımızı ve Hatıralarımızı Yıkanlar


Giderek unutulanlar arasında hatırı sayılır olmak, hatır gönül bilmek de var. İnsanın yaşadıklarına vefalı olması da bir anlamda hatıralarını hatırlaması, gerektiğinde de onları uygun bir lisan ile hatırlatmasıdır. Hatır ve hatıranın güzel bir şekilde birbirini tamamladığını fark edenler ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır. Anlamak kadar anlaşılmanın da eksikliğini hissettiğimiz bu zamanlarda hatıraların hasretini duymakta var elbette. Fakat bazı hatırlar var ki bir kentle, kentin bir caddesi, sokağı, alanı veya köprüsü ile canlanır, canlı olarak yaşayıp gider. Özellikle bunlar çocukluğunuzdan kalanlar ise hayatınızda daha büyük izler bırakır. Eğer artık geçmişte kalmış olan yaşadığınız yerlerde değişmeler, yıkılmalar söz konusu ise birçok hatıralar da bir süre sonra onlarla birlikte kaybolup gider. Bir siluettir sizde ve gözde kalanlar.
İlk gençliğimin geçtiği yerler, sokaklar, neredeyse her evin önünde bahçeleri olan yemyeşil yaşanacak bir yerdi. Bu yer sevdalarımı da, acı tatlı hatıralarımı da barındıran, sırtını Akdağların yemyeşil ormanlarına dayamış güzel bir yerdi. Geçenlerde ilçemizden bir fotoğraf gördüm. Bu fotoğrafa hatıralarla ama varlığımı kaplayan bir hüzünle baktım. Ortaokul yıllarımda hemen her gün üzerinden geçtiğim taş köprünün fotoğrafıydı bu. Oysa şimdi yerinde yeller esiyordu. Yok olmamış, hunhar ellerce yok edilmişti. Ama ben fotoğrafa dalıp kalmıştım. Fotoğrafın çekilmiş olduğu zamanın içine girmiştim. Geçmişi bir taş köprünün üzerinden, korkuluğuna yaslanarak yaşadım. Uzun uzun bu fotoğrafı seyrettim. O zaman anladım ki bu köprünün bende ne kadar da çok hatıraları varmış.
İlçemizin ortasından geçen akarsuyun üzerinde kurulmuş olan bu köprünün tarihi çok gerilere dayanıyordu. Aslında benim bilmediğim gibi, sorduklarımın çoğunun da tarihini bilmediği bu taş köprü sadece benim ve benim gibilerin değil tarihin de hatıralarını üzerinde taşımış, yıkılana kadar da taşımaya devam etmişti.
Elimde kitaplarımla bu köprünün üzerinden geçerken nedense hep üzerinde biraz dururdum. Yukarılardan gelen akarsuya bakar, sonra geriye döner aşağılarda köpüklenerek çağıldadığını seyrederdim. O zaman bu sular tertemiz, çarptığı taşlar açıkça görülürdü. Köprünün üzerindeki bir nefeslik bu duruşumda hemen suyun kenarına dikilmiş sık kavak ağaçlarının sallanışı, hafiften çıkardığı hışırtılar herhalde beni çok dinlendirmiş olacak ki rahatladığımı hissederdim. Hatta bu şekilde bir güç toplardım, dinlenmiş olurdum.
Sadece okula değil hafta sonlarında oyun yeri olarak kullandığımız Pazar alanına da bu köprünün üzerinden geçerek varırdık. İlçede pazarlar Perşembe günleri kurulduğu için hafta sonları buraları bomboş olurdu o zamanlar. Yeni yeni bisiklet sürme alıştırmalarını da bu köprü üzerinden Pazar alanına doğru giderek yapardım. Çünkü köprünün üzeri biraz yüksek olduğu için burada bisiklete biner, pedal çevirme işini biraz daha kolaylaştırmaya çalışırdım. O zaman ekmek elli kuruştu bisikletin saatini 25 kuruşa kiralar, gönlümüzce sürerdik. Daha acemiliğimin geçmediği bir günde yine bisiklete binmiş yukarıdan aşağıya doğru bisikleti salmıştım. Varacağım noktayı hep düz olarak düşündüğümden hızımı kesmeyi de hiç düşünmemiştim. Fakat hemen önüme üzeri kalın örtülerle kaplanmış koca bir tepe çıktığında şaşırmış, ne yapacağımı bilemez olmuştum. Bu telaşla bisikletle birlikte tepeye doğru tırmandım ama hemen ileride düştüm. Aslında buğdayların üzerine düştüğüm için zemin yumuşaktı. Lakin örtülen bezler açılmasın ya da rüzgâr açmasın diye bazı noktalara taşlar konmuştu. Düştüğümde bu taşlardan birisi sol bacağıma rast gelmiş büyük bir acı hissetmiştim. Ayağa kalktığımda adım atınca pek bir şey olmadığını düşündüm. Başka bir şey olmadığı için de tekrar bisikletime binerek gezmeye başladım. Fakat sevincim fazla sürmemişti. Çünkü daha bir gün önce aldığım pantolonumun sol dizinde kesilmiş gibi bir yırtık açılmıştı. Dizimin sıyrığına, morardığına hiç aldırmadım ama pantolonumun yırtılmış olduğuna, bu gün bile hatırladığım üzüntüyü hissetmiştim. Her yeni pantolon aldığımda  o gün yaşadıklarımı, içimi burkan üzüntümü hep hatırlarım.
Yıllar, yıllar sonra nasip olup Balkan şehirlerinden bazılarını ziyaret ettiğimde belki ilçemizin taş köprüsü kadar küçük olmasa da bazı taş köprülerin benzerliği de bana hep yıkılan köprümüzü, köprüyle sanki sulara kaptırılan hatıraları çağrıştırdı. Makedonya’nın Üsküp, Gostivar kentlerinde, Kosova’nın Prizren’ deki, Arnavutluk’un İşkodra kentindeki, Sırbistan’ın Belgrat’taki bazı köprüleri ne kadar da birbirine benziyordu. Aynen bizim ilçemizdeki köprü gibi. Bu taş köprüler belki bir elden çıkmamıştı ama herhalde aynı kültürün mimarisi olarak benzerlikler gösteriyordu. Biliyorum ki bu taş köprülerin sadece kişilerle ilgili değil tarihle de ilgi ne büyük ne zengin hatıraları vardır. İlçemizdeki köprünün yıkılmasıyla sadece benim değil burada yaşamış olanların hatıraları da yıkıldığını düşünüyorum. Ancak adı gibi hala Türkçe bir kelime ile “Balkanlar” olarak anılan bu topraklardaki köprüler sadece küçük hatıraları değil koca bir tarihi taşıdığı için asırlara meydan okuduğunu gördüm. Ama ilçemizdeki yıkılan tarihi köprü ile birlikte nice anıların silinmesini kendi adıma hiç affedemedim.
Şimdiye kadar yazılarımda beddua anlamına gelebilecek sözler yazdığımı pek hatırlamıyorum. Lakin hatırımızı ve hatıraları yıkanların hatıraları yıkılır demekten de geri duramıyorum.  

1 Nisan 2020 Çarşamba

ESKİDENMİŞ ESKİDEN...


“Yine gam yükünün kervanı geldi.”

Eskitilen, eskitilip çöplüğe fırlatılan, yaban ilan edilen, eskide bırakılan ama hiçbir zaman eskimeyen eskileri şöyle bir hatırlamaya, o köşelerden çıkarıp üstünün tozunu silmeye ne dersiniz?
Nostalji demeyiniz. Çünkü o eskidenmiş eskiden.

Eskiden bahçelerimizde lale, sümbül, gül bitermiş. Şimdi ayrık otları sulanıyor, besleniyor, dört bir yana yayılıyor, dal salıyor. Mesela tarihime uzanıyor, mukaddeslerimi kemiriyor, için için bir çınarı çürütmeye çalışıyor.
Bahçe viran, bağ hazan ya bahçıvan…
Nedimler Kâğıthane’ye uğramaz oldu artık.
Şehrin ciğerine saplarcasına diktik gökdelenleri.
Sadabad’da çifte kayıklar eskidenmiş eskiden…

Eskiden askerlik yapmayanı adamdan saymazlarmış… Adamdan… Kız da vermezlermiş.
Eskidenmiş…
Adamdan sayılmaya ihtiyaç da eskilerde kalmış! Adam saymaya da…
Adam gibi adamlık da eskidenmiş eskiden.

Vatan dendi mi yürekler yeniden korlanırmış. “Bu vatan toprağın kara bağrında yüce dağlar gibi duranların” olması eskidenmiş. Artık parayı bastırmak yetiyor da artıyor bile…
Eskiden “vatan sevgisi imandan gelir” demişler.
Eskidenmiş… Gayrı vatan sevgisi de, iman da paradan gelmeye başlamış!

Eskiden vatana ihanet canla ödenirmiş… Can!
Şimdi vatana hizmet malla ödeniyor… Mal!
Ödemelerin şekli şimali değişti. Kelimeler bile yüklenen anlamlara isyan etti.
Şiir değişti, şuur değişti… Değişmeyen…
Eskiden…

Mecnunca sevmeden Mecnunca sevdalara heveslendik.
Eskidenmiş o sevdalar… Yanmalar, yakınmalar…
Mahcupluk ve ürkeklik eskide kalmış…
Eskide…
Şimdilerde günde üç beş ilişki ne beyi ne bayı kesiyor.
“Birliktelik” sosyolojik bir kavram olmaya hevesleniyor. Aile “eskidenmiş” diyenler de var.
Eskide!

Hasretlerimiz, özlemlerimiz ve gurbetimiz vardı eskiden. Bizi besleyen yanlarımızdı bunlar. Türküler yakar, türküler çığırırdık.
Şimdilerde ayrılıklar bir tuş kadar yakın. Türküler okunuyor metal seslerden. Türküler okunuyor! Okunuyor!
Amerika Buş kadar yakın. Ne içimizde gurbet kaldı ne de dışımızda. Onu da eritmeyi başardık sonunda!
O gurbetler de eskidenmiş eskiden…

Eskidenmiş yiğitlik, başlar duman olsa da dağlar kadar.
Eskidenmiş mertlik, er oğlu erlik… Delikli demir çıkana kadar…
Gönüller köprü kurarmış… Bedeli ya hürriyet, ya cana kadar…
Eskiden…

Eskiden, eskiye rağbet olsa bitpazarına nur yağar, derlermiş.
Eskiden…
Eskimeyen eskilere saldırı yağıyor, küfür yağıyor… Saldırılar, küfürler caka satıyor eskilerimizin üzerinde. Eskilerin üzerinde nadan tabanlar iz bırakmak yarışında…
“Dur!” demek, diyebilmek eskidenmiş… Eskiden…

Eskilerde eskittik vefasızlıkları. Yenilerde azaldı mı, sorguluyoruz. Çünkü eskiler gitti, eskiler bitti.
Büyüttük besledik nazar değmesin! Hürriyeti gelin ettik çağın elma şekerlerine. Ekranlarına zamanımızı sunduk hediye olsun diye.
Diyemedik bunlara, sesimiz çıkamadı.
Eskidenmiş eskiden.

Bayramlarla sevinirdik, çoluk çocuk. Bayramlarımız “bayram” olurdu. Bayramları bayram gibi yaşardık.
Tarihle övünürdük eskiden. Bilmem kaç bin yıllık…
Utanır olduk, söver olduk şimdilerde. Kovar olduk dehlizlere… Niye bu kör koşuş?

Eski bayramlar eskilerde, eski hanlar eskilerde bile kalmamış. Bayramlar tatillere kaçış, insanlardan kaçış… Hanlar hotel motel adını alarak bilmem ne senaryoları üretilen yerler olmuş.
Konukları başka, konaklayanları bir başka…
Eskiden, diye başlayan hikâyeler başlamaz olmuş.

Sevdalar eskir mi? Sevdalılar tükenir mi?
Aşkın hangi hali bizi ağırlar? Hangi kelimeyi tekrar ederek tükettik? Bu halimizle nerelere yettik?
Yeniden tohum başak olacaksa onu elde tutmak niye?
Değil mi ki tohumu toprağa bırakmak eskiden…
Değil mi ki tohumun özgürlüğü toprakta… İnsanın sonu-dirilişi toprakta!
Bu gerçek dururken isterse hep birden bağırsınlar… Bağıralım! Ne çıkar?
Eskidenmiş eskiden…




Ömrümüzün Son Demi

  Tek başıma sahilde yürüyüşler yaptığımda, yürüyüşüme şarkıları, türküleri de dahil ederim. Onları dinlerken denizi, denizi seyrederken şar...