Biz Sevdaların…
Biz sevdaların tufan olduğu
yıllarda sevdalandık.
Yaşamayanların yazdığı
sevdalarımızın doğru anlaşılmasını beklemek kadar saflık olamaz herhalde? Sevda
ne sihirli kelimedir ki, henüz sihri çözülememiş belki.
Sizler bilebilir misiniz?
Biz de sevdalar yaşadık. Hem de
ne sevdalar. Yaşayan biz değildik aslında sevdalarda, sevdalardı bizde yaşayan.
Sevdalar ki sütbeyaz, sevdalar
ki ayaz mı ayaz.
Biz sevdaların fırtına olduğu
yıllarda sevdalandık. Fırtınaların sevdaları savurduğu, sevdalıları
unutulmuşluklara attığı yıllar. Fırtınaların sevdalılarla körebe oynadığı
yıllar. Ama hep sevdalıların sobelendiği yıllar.
O yıllar ki yerin göğün
birbirine katıldığı, sevdaların fırtınalarla tartıldığı yıllar. Aklın, duygunun
şehirlerin bulvarlarında uyuştuğu, parkların hep hazan yaşadığı yıllar. Güllerin
koparıldığı, ezildiği, güllere kinin beslendiği yıllar… Ezilen güllerden dolayı
gül kokan kaldırımların sökülüp parçalandığı yıllar.. Sevdalılara tahammül
edilemeyen zamanlar. Fidanların ışkın veremeden boylu boyunca devrildiği
yıllar. Ve körpe dalların tomurcuk vermeye durduğunda kurutulduğu, kurutulup
atıldığı yıllar…
Öyle sevdalılardık ki bizler,
sevdamızda kavak yelleri, ılık meltemler, o ağacın altları yoktu. Yar yoluna
düşmek dururken yar yolunu beklemek yoktu.. Yoktu hülyalara dalmak, yoktu
hayaller kurmak. Yıl kasavetli, günler buruktu. Hep hüzzam, hep hazandı çalan
plaklarda.
Sütbeyaz, apak sevdalarımız
umutlara vurulan keserle, burukluğun yoğunlaşan belirsizliği ile kararıyor,
kararıyordu. Kara sevdalar hep bizden doğuyordu. Tökezleyen sevdaları
kaldırdıkça sevdamıza kurşunlar yağıyordu. Biz kurşun yağmurlarının yağdığı
yıllarda yaşadık.
Sevdamız doğruldukça kurşunlar
yıkılıyordu. Sevdamız vuruldukça sevdalılar doğuyordu. Aslında kurşunlarla
birlikte yıkılan sevdasızlıklardı. Çünkü ölüm sevdasızlar için vardı.
Biz sevdanın savrulduğu,
onsekizinde tam kalbinden vurulduğu, zaman ve mekânsızlıkta yoğrulduğu yıllarda
sevdalandık.
Savuranlar ve savrulanlar o
kadar netleşmesine rağmen biz sevdamıza yapıştık. Öyle bir yapışıştı ki bu, biz
sevdamız, sevda biz olduk. Hep bülbül gül misalini umuyorduk. Bizi vuranlar
sevdaları vuruyordu, bunu cümle âleme duyurduk.
O yıllar ki, bir kıtlık hüküm
sürüyordu –hala devam ediyor ya- Biz sevdada kıtlık olduğu yıllarda
sevdalandık. Şekilden şekle, renkten renge girmeden peşi sıra düştük sevdalarımızın.
Ayan beyan, apaçık… Düştük ama hep kalkıp yürüdük. Kimimiz bataklık çöllerde
boğulurken, kimimiz sürünerek yol aldık buzullarda. Zemheride kora düşerken
Eylüllerde ayazı yaşadık. Biz sevdalara sürünülerek gidilen yıllarda sevdalandık.
Hep hasreti yaşadık vuslata
koşarken. Damarlarımızda çağladı, coştu kan. Biz sevdamıza koşarken, sevdamız
bize oldu volkan. Biz sevdaların volkan olduğu yıllarda yaşadık.
Hep acıları tattık sevdamıza
özlem duyarken. Çünkü biz hep özlemleri, hasretleri dolu dolu yaşamak için
sevda mahkûmiyetine çarptırılmıştık. Bu mahkûmiyette aşk belasıyla karşılaşmış,
onunla tanıştırılmıştık. Daha da önemlisi biz çarpmıştık bu belaya. Biz
sevdanın mahkûm olduğu sevdaları yaşadık.
Biz ki sevdaların bora olduğu yıllarda
sevdalandık. Fırtınalara, yıldırımlara aldırmayıp sevdalarımızı yaşayanlardandık.
Mecnun da, Leyla da, Ferhat da, Şirin de zamanının ötelerini gördüklerinden
dolayı bizden almışlardı sevdalanma örneklerini. Oysaki bizim sevdalarımız
“ben”de olanı çoktan aşmış, kâinatta yeni kurulacak olan Sevdaistana ulaşmıştı.
Çünkü: Sevda ateş değildir, kordan öte/
Sevda Leyla değildir, yardan öte, duygularına inanmıştık.
Bizim sevdalarımız büyüktü,
büyük ne kelime? Bizim sevdalarımız köye de sığmadı, şehirlere de. Yere de
sığmadı, göğe de…Ferman padişahın olsa da dağlarca yürekler bizdeydi.
Sevdalarca yürekler… Dağlardan dağlara seslendik biz, dağlardan sevdalara. Bu
sese ne sarıçiğdem ne mor menekşe ne lale sümbül ne de gül dayandı. Bütün karşı
dağlar yaşın yaşın ağlarken, tabiat uçtan uca yasa büründü.
Biz ki bütün tabiatın yasa
büründüğü sevdaları yaşadık. Gördük ki;
Sevda yaklaşıldıkça uzaktadır
Sevda boranda, kışta, tuzaktadır.