30 Nisan 2020 Perşembe

Hatırımızı ve Hatıralarımızı Yıkanlar


Giderek unutulanlar arasında hatırı sayılır olmak, hatır gönül bilmek de var. İnsanın yaşadıklarına vefalı olması da bir anlamda hatıralarını hatırlaması, gerektiğinde de onları uygun bir lisan ile hatırlatmasıdır. Hatır ve hatıranın güzel bir şekilde birbirini tamamladığını fark edenler ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır. Anlamak kadar anlaşılmanın da eksikliğini hissettiğimiz bu zamanlarda hatıraların hasretini duymakta var elbette. Fakat bazı hatırlar var ki bir kentle, kentin bir caddesi, sokağı, alanı veya köprüsü ile canlanır, canlı olarak yaşayıp gider. Özellikle bunlar çocukluğunuzdan kalanlar ise hayatınızda daha büyük izler bırakır. Eğer artık geçmişte kalmış olan yaşadığınız yerlerde değişmeler, yıkılmalar söz konusu ise birçok hatıralar da bir süre sonra onlarla birlikte kaybolup gider. Bir siluettir sizde ve gözde kalanlar.
İlk gençliğimin geçtiği yerler, sokaklar, neredeyse her evin önünde bahçeleri olan yemyeşil yaşanacak bir yerdi. Bu yer sevdalarımı da, acı tatlı hatıralarımı da barındıran, sırtını Akdağların yemyeşil ormanlarına dayamış güzel bir yerdi. Geçenlerde ilçemizden bir fotoğraf gördüm. Bu fotoğrafa hatıralarla ama varlığımı kaplayan bir hüzünle baktım. Ortaokul yıllarımda hemen her gün üzerinden geçtiğim taş köprünün fotoğrafıydı bu. Oysa şimdi yerinde yeller esiyordu. Yok olmamış, hunhar ellerce yok edilmişti. Ama ben fotoğrafa dalıp kalmıştım. Fotoğrafın çekilmiş olduğu zamanın içine girmiştim. Geçmişi bir taş köprünün üzerinden, korkuluğuna yaslanarak yaşadım. Uzun uzun bu fotoğrafı seyrettim. O zaman anladım ki bu köprünün bende ne kadar da çok hatıraları varmış.
İlçemizin ortasından geçen akarsuyun üzerinde kurulmuş olan bu köprünün tarihi çok gerilere dayanıyordu. Aslında benim bilmediğim gibi, sorduklarımın çoğunun da tarihini bilmediği bu taş köprü sadece benim ve benim gibilerin değil tarihin de hatıralarını üzerinde taşımış, yıkılana kadar da taşımaya devam etmişti.
Elimde kitaplarımla bu köprünün üzerinden geçerken nedense hep üzerinde biraz dururdum. Yukarılardan gelen akarsuya bakar, sonra geriye döner aşağılarda köpüklenerek çağıldadığını seyrederdim. O zaman bu sular tertemiz, çarptığı taşlar açıkça görülürdü. Köprünün üzerindeki bir nefeslik bu duruşumda hemen suyun kenarına dikilmiş sık kavak ağaçlarının sallanışı, hafiften çıkardığı hışırtılar herhalde beni çok dinlendirmiş olacak ki rahatladığımı hissederdim. Hatta bu şekilde bir güç toplardım, dinlenmiş olurdum.
Sadece okula değil hafta sonlarında oyun yeri olarak kullandığımız Pazar alanına da bu köprünün üzerinden geçerek varırdık. İlçede pazarlar Perşembe günleri kurulduğu için hafta sonları buraları bomboş olurdu o zamanlar. Yeni yeni bisiklet sürme alıştırmalarını da bu köprü üzerinden Pazar alanına doğru giderek yapardım. Çünkü köprünün üzeri biraz yüksek olduğu için burada bisiklete biner, pedal çevirme işini biraz daha kolaylaştırmaya çalışırdım. O zaman ekmek elli kuruştu bisikletin saatini 25 kuruşa kiralar, gönlümüzce sürerdik. Daha acemiliğimin geçmediği bir günde yine bisiklete binmiş yukarıdan aşağıya doğru bisikleti salmıştım. Varacağım noktayı hep düz olarak düşündüğümden hızımı kesmeyi de hiç düşünmemiştim. Fakat hemen önüme üzeri kalın örtülerle kaplanmış koca bir tepe çıktığında şaşırmış, ne yapacağımı bilemez olmuştum. Bu telaşla bisikletle birlikte tepeye doğru tırmandım ama hemen ileride düştüm. Aslında buğdayların üzerine düştüğüm için zemin yumuşaktı. Lakin örtülen bezler açılmasın ya da rüzgâr açmasın diye bazı noktalara taşlar konmuştu. Düştüğümde bu taşlardan birisi sol bacağıma rast gelmiş büyük bir acı hissetmiştim. Ayağa kalktığımda adım atınca pek bir şey olmadığını düşündüm. Başka bir şey olmadığı için de tekrar bisikletime binerek gezmeye başladım. Fakat sevincim fazla sürmemişti. Çünkü daha bir gün önce aldığım pantolonumun sol dizinde kesilmiş gibi bir yırtık açılmıştı. Dizimin sıyrığına, morardığına hiç aldırmadım ama pantolonumun yırtılmış olduğuna, bu gün bile hatırladığım üzüntüyü hissetmiştim. Her yeni pantolon aldığımda  o gün yaşadıklarımı, içimi burkan üzüntümü hep hatırlarım.
Yıllar, yıllar sonra nasip olup Balkan şehirlerinden bazılarını ziyaret ettiğimde belki ilçemizin taş köprüsü kadar küçük olmasa da bazı taş köprülerin benzerliği de bana hep yıkılan köprümüzü, köprüyle sanki sulara kaptırılan hatıraları çağrıştırdı. Makedonya’nın Üsküp, Gostivar kentlerinde, Kosova’nın Prizren’ deki, Arnavutluk’un İşkodra kentindeki, Sırbistan’ın Belgrat’taki bazı köprüleri ne kadar da birbirine benziyordu. Aynen bizim ilçemizdeki köprü gibi. Bu taş köprüler belki bir elden çıkmamıştı ama herhalde aynı kültürün mimarisi olarak benzerlikler gösteriyordu. Biliyorum ki bu taş köprülerin sadece kişilerle ilgili değil tarihle de ilgi ne büyük ne zengin hatıraları vardır. İlçemizdeki köprünün yıkılmasıyla sadece benim değil burada yaşamış olanların hatıraları da yıkıldığını düşünüyorum. Ancak adı gibi hala Türkçe bir kelime ile “Balkanlar” olarak anılan bu topraklardaki köprüler sadece küçük hatıraları değil koca bir tarihi taşıdığı için asırlara meydan okuduğunu gördüm. Ama ilçemizdeki yıkılan tarihi köprü ile birlikte nice anıların silinmesini kendi adıma hiç affedemedim.
Şimdiye kadar yazılarımda beddua anlamına gelebilecek sözler yazdığımı pek hatırlamıyorum. Lakin hatırımızı ve hatıraları yıkanların hatıraları yıkılır demekten de geri duramıyorum.  

1 Nisan 2020 Çarşamba

ESKİDENMİŞ ESKİDEN...


“Yine gam yükünün kervanı geldi.”

Eskitilen, eskitilip çöplüğe fırlatılan, yaban ilan edilen, eskide bırakılan ama hiçbir zaman eskimeyen eskileri şöyle bir hatırlamaya, o köşelerden çıkarıp üstünün tozunu silmeye ne dersiniz?
Nostalji demeyiniz. Çünkü o eskidenmiş eskiden.

Eskiden bahçelerimizde lale, sümbül, gül bitermiş. Şimdi ayrık otları sulanıyor, besleniyor, dört bir yana yayılıyor, dal salıyor. Mesela tarihime uzanıyor, mukaddeslerimi kemiriyor, için için bir çınarı çürütmeye çalışıyor.
Bahçe viran, bağ hazan ya bahçıvan…
Nedimler Kâğıthane’ye uğramaz oldu artık.
Şehrin ciğerine saplarcasına diktik gökdelenleri.
Sadabad’da çifte kayıklar eskidenmiş eskiden…

Eskiden askerlik yapmayanı adamdan saymazlarmış… Adamdan… Kız da vermezlermiş.
Eskidenmiş…
Adamdan sayılmaya ihtiyaç da eskilerde kalmış! Adam saymaya da…
Adam gibi adamlık da eskidenmiş eskiden.

Vatan dendi mi yürekler yeniden korlanırmış. “Bu vatan toprağın kara bağrında yüce dağlar gibi duranların” olması eskidenmiş. Artık parayı bastırmak yetiyor da artıyor bile…
Eskiden “vatan sevgisi imandan gelir” demişler.
Eskidenmiş… Gayrı vatan sevgisi de, iman da paradan gelmeye başlamış!

Eskiden vatana ihanet canla ödenirmiş… Can!
Şimdi vatana hizmet malla ödeniyor… Mal!
Ödemelerin şekli şimali değişti. Kelimeler bile yüklenen anlamlara isyan etti.
Şiir değişti, şuur değişti… Değişmeyen…
Eskiden…

Mecnunca sevmeden Mecnunca sevdalara heveslendik.
Eskidenmiş o sevdalar… Yanmalar, yakınmalar…
Mahcupluk ve ürkeklik eskide kalmış…
Eskide…
Şimdilerde günde üç beş ilişki ne beyi ne bayı kesiyor.
“Birliktelik” sosyolojik bir kavram olmaya hevesleniyor. Aile “eskidenmiş” diyenler de var.
Eskide!

Hasretlerimiz, özlemlerimiz ve gurbetimiz vardı eskiden. Bizi besleyen yanlarımızdı bunlar. Türküler yakar, türküler çığırırdık.
Şimdilerde ayrılıklar bir tuş kadar yakın. Türküler okunuyor metal seslerden. Türküler okunuyor! Okunuyor!
Amerika Buş kadar yakın. Ne içimizde gurbet kaldı ne de dışımızda. Onu da eritmeyi başardık sonunda!
O gurbetler de eskidenmiş eskiden…

Eskidenmiş yiğitlik, başlar duman olsa da dağlar kadar.
Eskidenmiş mertlik, er oğlu erlik… Delikli demir çıkana kadar…
Gönüller köprü kurarmış… Bedeli ya hürriyet, ya cana kadar…
Eskiden…

Eskiden, eskiye rağbet olsa bitpazarına nur yağar, derlermiş.
Eskiden…
Eskimeyen eskilere saldırı yağıyor, küfür yağıyor… Saldırılar, küfürler caka satıyor eskilerimizin üzerinde. Eskilerin üzerinde nadan tabanlar iz bırakmak yarışında…
“Dur!” demek, diyebilmek eskidenmiş… Eskiden…

Eskilerde eskittik vefasızlıkları. Yenilerde azaldı mı, sorguluyoruz. Çünkü eskiler gitti, eskiler bitti.
Büyüttük besledik nazar değmesin! Hürriyeti gelin ettik çağın elma şekerlerine. Ekranlarına zamanımızı sunduk hediye olsun diye.
Diyemedik bunlara, sesimiz çıkamadı.
Eskidenmiş eskiden.

Bayramlarla sevinirdik, çoluk çocuk. Bayramlarımız “bayram” olurdu. Bayramları bayram gibi yaşardık.
Tarihle övünürdük eskiden. Bilmem kaç bin yıllık…
Utanır olduk, söver olduk şimdilerde. Kovar olduk dehlizlere… Niye bu kör koşuş?

Eski bayramlar eskilerde, eski hanlar eskilerde bile kalmamış. Bayramlar tatillere kaçış, insanlardan kaçış… Hanlar hotel motel adını alarak bilmem ne senaryoları üretilen yerler olmuş.
Konukları başka, konaklayanları bir başka…
Eskiden, diye başlayan hikâyeler başlamaz olmuş.

Sevdalar eskir mi? Sevdalılar tükenir mi?
Aşkın hangi hali bizi ağırlar? Hangi kelimeyi tekrar ederek tükettik? Bu halimizle nerelere yettik?
Yeniden tohum başak olacaksa onu elde tutmak niye?
Değil mi ki tohumu toprağa bırakmak eskiden…
Değil mi ki tohumun özgürlüğü toprakta… İnsanın sonu-dirilişi toprakta!
Bu gerçek dururken isterse hep birden bağırsınlar… Bağıralım! Ne çıkar?
Eskidenmiş eskiden…




Ömrümüzün Son Demi

  Tek başıma sahilde yürüyüşler yaptığımda, yürüyüşüme şarkıları, türküleri de dahil ederim. Onları dinlerken denizi, denizi seyrederken şar...