Evde
kös kös oturmanın insanda yaratacağı negatif kurgulamalardan, kaygılardan,
düşüncelerden kaçmanın birçok yolu vardır. Her birey kendi kişiliğine,
ilgilerine göre farklı alanlarla uğraşmayı seçtiklerinde kendilerini daha iyi
hissettiklerini fark ettikçe uğraşlarını bu alanlarda toplayacaklardır. Mesela
ilk akla gelen kitap okuma, evde film seyretme, eğer ortam müsaitse resim yapma,
bir müzik aleti çalma, ilgi duyuyorsa yazı yazma, şiir yazma gibi uğraşlar
sayılabilir. Spor yapmak da bunlara dâhil edilebilir. Elbette daha çok çeşitli
alanlarla ilgilenen, zamanlarını değerlendiren ve can sıkıntılarına çareler
üretenler de çıkacaktır.
Bahar
gelmeye, ağaçlar çiçek açmaya başlasa da dışarı çıkamamanın, sahilde esen serin
rüzgârları teneffüs edememenin burukluğunu yaşayanlardan biri de benim. Belki
siz kırları özlediniz. Bir tepenin başına çıkıp gücünüz yettiği kadar bağırmayı
istiyorsunuz. Hayallerinizi yaşadığınızı var sayarak rahatlıyorsunuz belki de.
Ben bu sıkıntılı günlere, toplumdan yalıtılmış olmama çareler üretmek gibi bir
çabaya girmiyorum. Kitap okumak, yazmak, düşünmek, duymak, hissetmek ve bunları
bilgisayarımın tuşlarından faydalanarak ifade etmek eskiden beri bir
alışkanlığım. Bu günlerde bu eylemime daha fazla zaman ayırıyorum mecburen.
Bazen akşam ne zaman çabuk gelmiş farkına varmıyorum. Ancak penceremden gelen
ışığın azalması, kütüphanemin giderek loş bir havaya bürünmesi beni kendime
getiriyor. Bu günlerde kitaplara, yazılarıma daha dikkatli, belki daha derinden
duyarak eğiliyorum. Okumanın hazzı kadar yazmanın zevki beni bu kaygılı
günlerden uzaklaştırıyor.
Yıllar
var ki bir kitabı okumayı bitirmeden ikinci kitaba başlamazdım. Ancak emekli
olduktan sonra farklı türde bazen iki, bazen üç dört kitabı birlikte okuyarak
götürüyorum. Böylelikle hem usanmıyor hem de farklı türe geçtiğimde
dinleniyorum. Düşünce, felsefe kitaplarının yanında edebiyat üzerine yazılmış
kitaplar, tarih, şiir kitapları da olmazsa olmazlarımdan. İyi yazılmış,
Türkçeye iyi çevrilmiş öyküler, romanlardan da bir türlü vaz geçemiyorum.
Şiirler, şiir kitapları uzun yolculuklarda mola verilen istasyonlarım gibi
oluyor. Diğer tür kitapların arasına şiirler okumayı soktuğumda parklarda, dağ
başlarında derin nefes aldığımı hissediyorum. Soluklanmam da, dinlememde bu
şekilde oluyor.
Sinemaya
uyarlanmış romanlarla ilgimin Sefiller ile başladığını söyleyebilirim. Lise son
sınıfta iken Sefiller’i okuduğumda, bahar yellerinin estiği gençlik
duygularımın romanda anlatılan bir hayatın gerçekleri içerisinde durgunlaşmaya
başladığını hissetmiştim. Aradan pek fazla bir süre geçmeden Sefiller’in
sinemaya uyarlanmış filmini siyah beyaz televizyonumuzda seyrettiğimi hatırlıyorum.
Ben sinema eleştirmeni veya yazarı değilim ama düşüncelerimi dürüstçe söylemem
gerekirse filmi kitap kadar beğenmedim. Sonra bunun üzerine düşündüm. Bu film
senaristin veya yönetmenin hayalleriydi. Onlar okuduklarından böyle bir film
yorumuna ulaşmışlardı. Benim Sefiller’im, benim hayallerim, yazarın bende
canlandırdığı tasvirler, davranışlar, düşüncelerdi. Hayatımda bundan sonra filme
uyarlanan klasiklere, değerli edebiyat eserlerine hep benzer yaklaşım
içerisinde bulundum. Seyrettiğim başka filmler de bu düşüncelerimi
pekiştirmişti. Ta ki José Saramago’nun
Körlük romanını okuyana ve sinemaya uyarlanmış filmini izleyene kadar.
Romanı
okuduktan en fazla on gün gibi bir süre sonra senaryosunu Don McKellar’ın
yazdığı, yönetmenliğini Fernando Meirelles’in yaptığı, başrollerinde Doktorun
eşini Julianne, Doktoru Mark Ruffalo’nun oynadığı Blindness (Körlük) filmini
seyrettim. Bu filmi seyretmemle birlikte yıllardır bende değişmeyen bir
düşüncem değişti. Romanı okurken bendeki çağrışımlar, sahneler, insanların
davranışları, kentin ve trafiğin karmaşasını sahnede –birebir olmasa da- görmem beni şaşırttı.
Filmi seyrederken, işte tam benim hayal ettiğim şekilde çekilmiş diye düşündüm.
Neredeyse kendimi yönetmenle birlikte bu filmi yaptığıma inanacaktım!
Demek
ki hayaller, kurgular, tasvirler de insanlarda ortak duygular
uyandırabiliyormuş. Eserin aslına sadık kalmak, yazanı anlamaya çalışmak
birazda bu diye düşündüm. Şu salgın günlerinde eve kapanmışken Körlük romanını
okuyan veya filmini seyredenlerden bazılarının benim gibi bir düşünceye
kapılacaklarını sanıyorum. Hani “beterin beteri var” derler ya. Evet, malum
virüs salgını romanda olduğu gibi körlük salgını olarak dünyayı etkileseydi insanlığın
hali ne olurdu? Düşünmek bile istemeyiz değil mi?
En
kısa zaman içerisinde ülkemizin, ülkelerin ve bütün insanlığın üzerinden bu
salgın belasının geçmesini temenni ediyorum. 4mart2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder